29 Mayıs 2014 Perşembe

Inca şehirlerine gittim

Cusco  yolculuğumuz sıkıntılı başladı. Havaalanında kapılara gittigimizde , ucagimizin iki saat gecikmeli olduğunu öğrendik, nasıl olsa aktarmada 3 saat bekleyeceğiz diye sırt cantalarimizi da bagaja vermiş bulunduk. Amazondaki nemden çantalarımiz hem daha büyük hem daha agir durumdalardi, bagaja verin dediklerinde ses etmedik.
Lima'ya indigimizde Cusco ucaginin kalkmasina 1 saat kaldı diye acele ederken, uçağın saatinin degistigini öğrenip rahatladik. Cusco'da uçaktan çıkınca aklımızdaki tek soru acaba yükseklik bizi nasıl etkileyecek sorusuydu. Cusco 3200 metre yükseklikte kurulmuş bir şehir, Turkiye'nin en yuksek şehri olan Erzurum ise 1900 metrede. Otele yerleştikten sonra yüksekliğin bizi etkilemediğine karar verip dışarı çıktık. Cusco'nun düşman işgalinden kurtuluşu töreni benzeri birseyler vardı, yanik sesli bir abi "kim bu vatan uğruna olmaz ki feda" isimli Inca şiirini okuyordu.

Machu Pichu için tren biletlerimizi -çok kazık- aldık, şehri biraz turladik, aksam teyzeler tezgahları kurdu, Peru mutfağının özel yemeklerinden olan sığır kalbi ızgara satmaya başladılar, biz de fırsatı kacirmadik. Başka bir tezgahtan ne olduğunu bilmediğimiz birşeyler ictik. Hava sogudu biz de otele döndük. Kaldığımiz küçük pansiyonda ısıtma yok, ama kalın battaniyeler vardı. Gece zor geçti hem soğuktan, hem de bizi etkilemedigini düşündüğümüz yukseklik bizi uyutmadi.

Sabah 3200 metre yüksekliğin uzerimizdeki etkisini daha net görmeye başladık, nefesimiz hem konuşmaya hem yürümeye yetmiyor, bacaklarimiz istediğimiz hizda hareket etmiyordu. Yavaş ve sakin bir şekilde şehri dolaştık.
Bugün Cusco festivalinin açılış gunuymus, eksi Inka tapinagi, yeni kilise bahçesi olan alanda bir gösteri vardi kalabaliga karışıp izledik. "Magrurlanma Padişahım senden büyük Allah var" mesajı veren bir gösteriydi, her kralin ardından daha büyük bir kral geldi durdu.

San Pedro marketi dolaştık, yükseklik istahimizi da kapatmış, marketin içindeki yemekcilerin çağrılarına cevap veremedik. San Blas denilen bölgede lüks oteller ve restoranlar vardı, gecelik konaklama ücreti uç sokak otede oturan Perulu'nun bir aylık gelirine denk olan otelleri görünce zenginlik paylaşımı ve sosyal adalet üzerine düşünmeye basladim, neoliberal çizgiden önce liberal demokrat sonra sosyal demokrat çizgiye evrilen siyasi düşüncelerimin, git gide daha sola doğru çektiğini görüp, hazır sakal da uzamisken Bolivya'ya gidince kendime bir Che tshirtu almaya karar verdim. Üzerinde artik İspanyol binaları olan Inca duvarlarına dokundum, gözlerimi kapadım, Atahualpa'nin ruhu bedenime girsin diye bekledim, girmedi.

Cusco çok güzel bir şehir, Inka temelleri üzerine yapılmış İspanyol binaları, geniş caddeleri, dar sokaklari ve turist kalabalığına rağmen kendi kalabilmiş carsilari ve insanları ile bizi içine çekti bir aşağı bir yukarı dolandik. Empanadalarimizi yeyip, karpuzlu papayali meyve sularimizi ictik. Aksam içinde hic turist olmayan bir restoran bulmayı yine başardım, meşhur kızarmış tavuk menü söyledim, menudeki tavuk çorbasının içinden iki tane tavuk ayağı çıktı.
Pansiyoncunun 10 soles istediği elektrikli isiticiyi aldik, battaniyelerin bir kısmından kurtulup nistepen daha iyi bir gece gecirdik.

Ertesi sabah kendimizi daha iyi hissettigimiz karar verip yola çıktık, uzunca bir sure Tipon'a giden minibüsleri bulmaya çalıştık, üniformalı bir ablaya yol sorduk, belediyenin turizm yetkilisiymis, soru sorunca çok sevindi yolu bize güzelce anlattı. Peru'da kadınların iş gücüne katilim oranı çok yuksek, her mesleği icra eden kadınları gördük. Tipon'a giden minibüsleri değil ama dolmuşları bulduk, 30kmlik yol için adam başı beş sol verdik, dolmusdan inince Inca kalıntılarının olduğu tepeye turist taşımak için bekleyen taksi 4 km'lik yol için adam başı 10 sol isteyince, müthiş İspanyolca'mizla "30 km için 5 soles verirken 4 km için 10 soles pahalı değil mi birader" dedik. O da cevap olarak "Buraya çok turist gelmiyor be abi ekmek parasi " deyince, adam başı 5 sol'e anlaştık. Tipon'un Incalar'in tarım araştırmaları merkezi olduğu düşünülüyormuş, pek kimse yoktu, etrafı dolastik, buranın ne sebeple yapılmış olduğunu anlamaya çalıştık. Incalar yazılı bir belge bırakmadıkları için onlar hakkında bildiklerimiz, İspanyollar'in yazdıkları ve tarihçilerin tahminlerinden ibaret. İlginç bir şekilde Incalar yapılarının duvarlarına da resim, kabartma yapma ihtiyacı hissetmemisler. Herşey bizim yada rehberin hayal gücüne kalmis.

Dönüş yolu yokuş aşağı olduğu için yürümeye başladık, köyün içinden geçip hicbir yerde bizi yalniz bırakmayan ve artik neden dünyanın en değerli markası olduğunu çok iyi anladığımız coca colalarimizi icip ana caddeye doğru ilerlerken gelirken bulamadığımız Cusco Tipon minibüsü önümüzde durdu. Gittiğimiz her yerde köy minibuslerine, dolmuşlarla biniyoruz. Gerçek hayat, gerçek insanlar burada oluyor, bu minibüste de bebeğini sırtına bağlamış ablalar, çeşit çeşit şapkaları ile teyzeler, okula giden cocuklar, elinde ki telefonu ile oynayan gencler vardi.1.5 sol verdiğimiz 1 saatlik bu yolculukta gördüğümüz insanları görebilmek için turlara katılmak da mümkün tabii.
Aksam üzeri başka bir Inca kalıntısı Sacsayhuaman'a gitmek için bir taksi durdurduk, 20 sol istedi 5 verelim dedik olmaz dedi, başka bir taksici 10 sol istedi, 5 verelim dedik 8 olur dedi tamam dedik bindik, adam buralarda görülmeyecek bir titizlikle araba kullanıyordu, sinyal bile verdi, ertesi gün bizi kutsal vadiye götürsün diye anlastik.

Devasa boyutlardaki taşların arasında dolaştık, acaba burası neymis diye beyin cimnastigi yaptik. Cusco'ya inen ara sokaklardan geçip merkeze döndük. Aksam, Inca kalıntılarını ve müzeleri gezmek için almamız gereken Bileto Turistico'ya dahil olan bir dans gösterisine gittik. Cusco yöresinin farklı bölgelerinden danslar sergilediler, ikisi hariç diğer tüm danslar bize ayni geldi ama kıyafetler renkli ve ilginçti. Danslarin çoğu koloni donemi sonrası, İspanyol etkileriyle şekillenmiş danslardı, flemenko tarzı gitarlar, yaylı calgilar, kovboy çizmesi giymiş dansçılar, ask, ayrılık, vs. bir tanesi ise koloni donemi oncesiydi, tüylerle süslenmiş kıyafetler, flüt ve davul ile yapilan müzik ve kuşların havada kavgasını andıran figürler vardı. Kültürlerin ne şekilde bir araya gelip yeni bir kültür olusturduklarini düşünmeye başladım. İspanyol kültürü ile, Inka kültürü bulusup Peru kültürünü olusturken,ya da Türk kültürü ile Arap kültürü Turk-İslam kulturunu oluştururken, kazananı ne belirliyor diye sayiklayarak uykuya daldim. Rüyamda Atahualpa, Pizarro ve Binali Yildirim kahvede okey oynuyorlardi, "Bu kültür olayına çok takilirsan kafayı siyirirsin" dediler.

Sabah taksici Jorge tam sekizde bizi otelden aldı. İlk önce Pisac'a gittik. Inkalar burada da dağı muntazam sekil verilmiş taslarla taracalandirmis ve tarım arazileri oluşturmuşlar. Dağın arkasına doğru giden bir patikadan yürümeye başladık, bir sure alcaldik sonra tirmandik, taraçalarin arkasına çıktık. Biraz daha gidersek çıkışa ulaşırız diye düşünüyorduk, meğer hesapladığımızdan daha fazla inmisiz, yol tirman tirman bitmedi, 3200 metre yükseklikte yokuş yukarı yürüyüp dilimiz dışarda çıkışa vardık. Biz geldimizde bomboş olan otopark turist otobüsleri ile doluydu.

Chinchero'ya varmamiz 1saat aldi, burada da benzer teraslari hızlıca dolasip, kalıntılara bitişik köyde yiyecek birşeyler aradik, 5 Sol vererek, menu del dia aldik, icinde daha önce görmediğim bir çok sebze vardı ve çok güzeldi.

Daha sonra,önce Moray'da durduk. Gördüğüm Inca kalıntılarının en etkileyicisi Moray oldu, bir göçük içindeki yeşil taraçalar ve arka plandaki karlı dağlar çok atmosferik bir görüntü oluşturuyordu. Ayla action insani olarak çukurun dibine kadar indi bense yukarıdan manzarayı izlemeyi tercih ettim.

Ardından Salinaras denilen tuz madenine gittik, burada tuz hala antik yöntemlerle üretiliyor, sırtta taşınıyordu. Dagdan gelen sıcak ve tuzlu su kanallar ile havuzlara taşınıyor, su buharlasinca kalan tuz havuzlarda elle kazılarak çıkartılıyor, tuzun market değeri ve verilen emeğe bakılırsa daha çok turistlerden gelen paradan gelir elde ediliyor gibiydi. Havuzların arasında dolaştık suyun tadına baktık, çok tuzluymus. Aksama doğru Ollantaytambo'ya ulaştık.

Ollantaytambo'da birinci Inca isyaninda, üs olarak kullanilan kaleyi dolaştık. Burada Amerikalı bir aile iki çocuğu ile dolaşıyordu, çocuklar ayaklarında terlikler, son teknoloji botları ile gezen turistlerin cikamadiklari kayaların üstüne çıkıyorlardı. Biz de geleneksel turist aktivitesi olarak çıkabildiğimiz en yüksek noktaya çıktık. Köyde dolastik, Ayla kapısında kırmızı poşet asili evlerin birinin bahçesine girerek  Chicha istedi. Ev yapımı alkolsuz mısır birası olan Chicha'yi satan evler kapısına kırmızı bir bayrak asiyormus. Boza tadında ama bira kıvamındaki Chicha'yi yapan teyze "için yavrularım, kendi ellerimle yaptım sağlık sıhhat verir" diyordu. Pazardan domates ekmek alıp kalabalığı izlerken piknik yaptik, Ayla bir gün önce gözüne kestirdiği teyzeden bir de patates kızartması aldı. Peru'da yemek konusunda hic sıkıntı cekmedik, gittiğimiz tüm şehirlerde ve köylerde sokakta ufacık tezgahında 3-4 çeşit yemek yapıp satan kadınlar ve çok lezzetli muz, domates ve avokado satan bakkallar vardı.
Aksam üzeri Machu Picchu'nun giriş şehri olan Aquas Calientes'e giden tren'e bindik. Şehre ulaşınca Machu Picchu'ya giden otobüs biletlerini tek yon olarak aldık.

Sabah otobüs bizi Machu Picchu'nun girişinde bıraktı, 5 dakikalık bir yürüyüşten sonra Machu Picchu'yu yukarıdan gördük. Görüntü çok tanıdık, yıllar boyunca o kadar ayni fotoğrafı o kadar görmüştüm ki beynim fotoğrafa mi gerçeğe mi baktigimi ayırt etmekte zorlandı. Güneş kapısına doğru yürüdük, Inca Trail'i tamamlayan gruplar geliyordu, yolda ciddi bir trafik vardı. Bu grupların rehberlerinden biri oturduğumuz taşın bir tarihi eser olduğunu söyleyip bizi uyardi, gruptan bir kaç kişi de " Bu turistler var ya çok bilgisiz oysa ki biz gezginler çok superiz" diye kendi aralarında konuşuyorlardi. Kendimizi hangi turist kategorisine sokmamız gerektigini tartıştık. Ayla son donemin moda terimi olan"Gezgin" (traveller) olduğumuzu iddaa ederken ben "Turist" olduğumuz konusunda ısrarcıydım. Normalde gezen manasına gelen ve turist ile eşanlamlı olduğunu düşündüğüm Gezgin kelimesi anlam kaymasına uğrayıp turist olmayan anlamına gelmeye başlamış. Ayla'ya turistik aktivitelere para ödeyen herkesin turist olduğunu ister herşey dahil otele gitsin ister Inca Trail'i yurusun, fark etmeyecegini anlattım.

Inca köprüsüne doğru gittik, dağın duvarına asılmış bir patika olan yolun bir kısmı hafiften ürkütücüydü. Machu Picchu'ya biraz daha yukardan bakıp sonrada içeriye doğru yürüdük, bazı kısımlar Eminönü kadar kalabalıktı.
Machu Picchu, Peru'ya gelen herkesin listesinde olan, arkeolojik, tarihsel önemi ve atmosferi ile güzel bir yer ama ben bir şeyleri eksik buldum. Ya beklentinin fazlaligi ya insan kalabalığı, yada öncesindeki çok fazla bilgi akışı nedeniyle, gözlerimi yasartmadi, surada aksama kadar oturayim dedirtmedi.
Geri dönüşü yürüyerek yaptık, menü del dia'larimizi yeyip, önce tren ile Ollantaytambo'ya, oradan minibüs ile Cusco'ya geldik. Gece otobüsü ile Arequipa'ya doğru yola çıktık.

13 Mayıs 2014 Salı

Amazon nehrinde yüzdüm

Lima'da taksi bolluğu olmasına rağmen güne taksi arayarak başladık. Durdurdugumuz taksiciler havaalanına gidemeyeceklerini lisanslı siyah taksiye binmemiz gerektiğini söylediler. Bir çok taksi korsan taksicilik yapıyor ve havaalanı girişindeki polis kontrolünden çekindikleri için havaalanına gitmiyor.
En sonunda bir siyah taksi durdu, bizi aldı ve havaalanına doğru yola çıktık, trafiğin sıkıştığı bir anda taksici arkadaş arabadan indi, arabayı taksi yapan bütün etiket ve işaretleri soktu ve bir anda özel bir araç haline geldi, normalde arabanın üzerinde boya şeklinde olması gereken bu işaretleri zeki arkadaş mıknatıslı yapmış, boylece hem yoldan bizim gibi turistleri lisanslı taksi gibi alıp havaalanı girişinde ise özel bir araç olarak sorunsuz geciyor. Takdir edilesi bir plan ve uygulama örneği.
İquitos uçağı önce Pucalpa şehrinde durdu, kapılar açılınca içeriye ıslak tropik orman havası doldu. Orman üzerinde hava parçalı bulutluydu, uçak bu bulutların içine her girdiginde, buraya neden yağmur ormanları dendiğini ve burada neden bu kadar yağmur yagdigini anladık, Amazon ve And dağları üzerindeki uzerinde tüm ucuslarimiz hoplamali ziplamali geçti, ama görevserver Peruvian havayollarının hostesleri Inca kolalarimizi eksik etmediler.
İquitos sıcak nemli ve gürültülüydu, ama ayni zamanda bir deniz kasabası havası vardı. Birşeyler yedikten ve şehri biraz turladiktan sonra, Amazonlarda nereye gidecegimize karar verebilmek için, bir kaç yerle konuştuk, lüks kamp alanlari, ucuz turlar vs arasinda, otorongo isimli bir yerde kalmaya karar verdik.  Aksam nehrin kıyısı tam bir deniz kasabası havası aldi.
Sabah rehberimiz Julio bizi otelden aldı, önce şehrin büyük marketi Belen'e gittik. Bu markette Amazon'dan çıkan her çeşit balik, kaplumbağa, bortü bocek, tezgahlarda kimi yerde parçalanmış kimi yerde bütün kimi yerde ise canlı halde satılıyordu. Biz biraz guava almakla yetindik, ardından limandan teknemize binip, yola ciktik,  yolda ilk butterfly farm denilen bir yerde durduk, burası yillar önce bir kelebek bahçesi olarak açılmasına rağmen yıllar içinde bir hayvan barinagina dönüşmüş, içeride kırmızı süratli maymunlar, bir leopar, bir çok kus ve maymungillerden çeşitli hayvanlar ve bircok kelebek vardı. İceriyi dolaşırken maymunlardan biri kafama düştü.
Nehirde iki buçuk saat yol aldıktan sonra kalacagimiz yere ulaştık. Hava çok sıcak olmamasına rağmen nem yüzünden oldukça terleyip yorulmuştuk. Aksama doğru tekne ile nehrin içeri giren kollarından birine girdik ve ilk yarim saat içinde buralarin meşhur canlısı tembel hayvan ile karşılaştık. Kaldığımız yer basit, elektriği güneş panellerinden sağlayan suyu olmayan genelde bağımsız turistlerin tercih ettiği bir yer. İlk aksam bir Kanadali , bir Amerikalı çift ve dört kişilik bir Avustralyalı gurup vardı. Ortamın doğasına uygun bir şekilde dokuzda yattık, gece şiddetli bir yağmur başladı sabaha kadar durmadı.
Ertesi sabah yine ortamın doğasına uygun bir şekilde saat altida kalktik. Nehrin kiyisini takip edip, kus gözlemledik, Julio ve tekneyi kullanan Tayo, aniden duruyor, sıradaki ağacın üzerinde falanca kus var diyip gösteriyor sonrada iste efendim bu kus sadece bu ağaca konar, dişileri mavi, erkekleri yesil olur, on yıl yasar yüz metreden uçar gibisinden bilgiler verdiler biz de o ne güzel yeşil kus, mavi kus diye baktik. Papağanların, leyleklerin, şahinlerin, akbabalarının arasında en çok ilgimi Patoo dedikleri bir kus çekti. Kurumuş bir ağacın uzerinde , kus var diye uzunca bir sure baktıktan sonra, kanatlari , gagası ve duruşu ile ağacın bir devamı haline gelmiş kuşu anca gorebildim.
Öğleden sonra hava serinleyince tekrar nehre açıldık, başarısız bir pirana avlama denemesinden sonra Pembe Amazon yunuslarini görmeye gittik, pembe yunuslar sagimizdan solumuzdan kafalarını çıkarıp geçerken, daha küçük olan gri yunuslar ise zıplayarak gidiyorlardı. Güneş batmaya başlamış, nehir durgun, sıcaklık uygundu biz de Amazon'un kahverengi sularına atladik.
Aksam yemekte tatil anılarını paylaştık, Amazona gelmiş ve dünya kupasına giden iki Turk, insanların ilgisini çekti.
Sabah yine erkenden uyandık, tekne ile nehir kıyısında biraz gittikten sonra nehrin taşarak su ile doldurduğu ormana girdik, orman içinde ilerledik, yer yer önümüzdeki dalları kesmemiz gerekti. Burası normalde yaya olarak ulaşmanın zor olduğu, yerleşimden uzakta ormanın siklasmaya başladığı bölge, suyun yuksek olduğu bir zamanda gelmiş olmamiz sayesinde içerilere su yoluyla ulaşabildik. Buradaki orman yapisi üçe ayrılıyor, yerlesim alanlari etrafındaki bolgeler, turistlerin kolaylıkla ulaşabildikleri bölgeler, şehrin etrafındaki orman yapısı oldukça tahrip olmuş ve yabani hayat hayli azalmış, bizim kaldığımız yer gibi küçük nehir köylerin etrafındaki orman ise korunmuş durumda, köylüler ormanı kesip tarla yapıyor olsalar bile, bir kaç sene içinde tarlalarını başka yere taşıyarak ormanın büyümesine izin veriyorlarmis. İkinci orman denilen alan yerlesimin olmadigi, bakir alanlar, köylüler buralara avlanmaya geliyor olsalar da burada insan izi birakmiyorlar, bu alana 1-2 günlük yürüyüşler ile ya da bizim yaptığımız gibi nehir tastiginda su yoluyla ulaşmak mümkün burada yaban hayati daha yogun. Birinci orman denilen alan ise turistlerin erisebilecekleri uzakliktan daha otede, haftalar suren yolculuklarla ulasiliyor. Balta girmemiş orman denilen bu bölgede sadece belgesellerde gorulebilen, hayvan ve bitki nüfusu mevcut. Günümüz Tavampa denilen su basmış orman alanında maymun kovalamak, ağaçları saran sarmasiklardan su içmek ve pirana avlamak ile geçti. Aksama doğru tekneyi bırakıp yürümeye başladık, hava kararmaya başlayınca ormanın sesi değişti, kuşlar sustu, kurbağalar ve böcekler başladı, hava tamamen kararınca orman korkunç bir hal aldı ama korka  korka olsa da , ormandan çıkmayı basardik.
Sabah ormanı yaya olarak bir de gündüz gözüyle görmek için yola çıktım, Ayla mizikcilik yapıp gelmedi.ilk on dakika içinde uzerimdeki onca sinek kovucu ilaca rağmen onlarca sivrisinek tarafından isirildim. Yolda Julio ve Tayo bir yilan ve zehirli  olduğunu söyledikleri kırmızı bir kurbağa buldular. Ormanın içine yürüdükçe nem arttı, nefes almak güçleşti, farklı yogunlukta, renkte, ve yükseklikteki bir çok ağacın ve otun arasından geçtik, yabani guava ağacının meyvelerini yedim, çeşitli başka meyve ve kamışlardan su içtim. Bir kauçuk ağacından, kauçuk alıp bir önceki gün incittigim kaburgalarima sürdüm, pek ise yaramadı. Dev karincalarin, ateş karincalarinin yuvalarına baktım, şırıl siklam ter içinde geri döndüm.
Öğleden sonra niluferleri görmeye gittik. Ormanın ortasındaki küçük göl, kutsal kitapların cennet tasvirine uygun guzellikteydi, dev niluferlerin bir çoğu ölmeye başlamış ve genç nilüferler ise yeterince buyumemis olmasına rağmen göl oldukca etkileyiciydi. Bu nilüferler en olgun dönemlerinde 10 kilodan fazla bir ağırlığı tasiyabiliyorlarmis. Biz de üzerine sandaletlerimizi, kameramizi ve muzlarimizi koyup test ettik.
Hava kararınca timsahgillerden bir hayvan olan caiman aramaya başladık, bir saate yakin sabırlı bir arayistan sonra yavru bir tane yakaladik, biraz sevip saldik.
Amazonlar daki son günümüzün sabahında, bukalemun ve timsah arası bir canlı olan chamaleon görmeye gittik, farklı renk ve büyüklükte bir çoğu ağaçların üzerindeydi, dışı olanlar hareketsiz, saklanmaya çalışırken, erkekler sinirli sinirli kafalarını sallayıp gidin buradan diyorlardi, 200 yaşinda olduğu söylenen devasa ağacı gördük, zaten 10 metreden kalın olan gövdesini daha da haşmetli göstermek için dört bir yanından yere uzanan kökler salan agac, bir anıt gibiydi, yerliler bu ağaca cennete çıkan merdiven diyorlar ve çeşitli cenaze rituellerinde bu ağacın etrafına geliyorlarmis. Geri dönerken bu gibi aktivitelerin en sevmedigim bölümlerinden olan, lokal hayati görmek için yol üzerinde bir köyde durduk. Rehberler belki iyi niyetle turistleri boyle yerlere götürmek istiyorlar ama, turistlere incik boncuk satmak isteyen yerliler, ile turistler arasındaki iletişim bu kaç para?'dan daha ileri gitmiyor, bu su ana kadar dünyanın her köşesinde aynıydı, bu seferde ayni oldu.
Öğle yemeğinden sonra geri dönüş yoluna ciktik. Yolda seker kamisindan rom üretilen bir yer var isterseniz duralım dediler, duralım dedik. Küçük bir fabrika beklerken herşeyin el emeği ile calistigi bir barakada durduk, etrafı hızlıca gezdik, bir kaç rom tadıp yolda içmek için bir sise aldık.
Amazon'da herşey suyun etrafında şekillenmiş, nehrin bereketli sulari, köylülere yemek veriyor, karayolu ile ulaşımın olmadığı köyler ulaşımı nehirden yapıyor, koydeki evlerin ne zaman kullanilacagini bile nehir belirliyor. Amazonlar bizim için güzel ve çok farklı bir deneyim oldu. İquitos'a 100kmlik yol hızlı motorla iki buçuk saat sürdü,  suları yara yara hızla ilerlerleyip, aheste giden nehir taksileri arkamızda bıraktık, ayni yol köylüler icin bu hurda teknelerle 8-10 saat sürüyormuş. Bizim için eğlenceli bir macera olan bu yolculuk, nehrin kenarında yasayan köylüler için hayatin bir parçası. Adına ister turist ister gezgin diyelim, modern zamanın gezenleri olarak binlerce km uzaktan gelip, yabanci kültürlerin içinde üç beş gün geçirip, yuzumuzde sakil bir gulumseme ile ayrılıyoruz. Bu gezi sırasında okuduğum "Tüfek Mikrop ve Çelik" kitabının etkisi ile olsa gerek "Neden İstanbul'da doğmuş ben Amazonlara geliyorum da Amazonlarda doğmuş Tayo İstanbul'a gelemiyor?" diye sorup duruyorum.
Amazonlarda 5 gün yanimizdan ayrılmadan bize yol gösteren Julio laf arasında 5 gün önce ikinci kızının doğduğunu söylemişti, yolda Ayla " o zaman biz gelip bebeğini ve aileni görelim " deyince önce şaşırdı sonra sevindi, bizi otele bırakıp yarim saat sonra yanina büyük kızı 3 yaşındaki  İca'yi da alıp geldi. Julio'nun şehrin dış mahallesindeki evine gittik ailesi ile tanistik, şehrin her yerinde olduğu gibi orada da sokakta Anneler günü partisi vardı.
İquitos'da bir gece daha kalip, erkenden Cusco'ya gitmek için yola çıktık.

6 Mayıs 2014 Salı

Yola çıktım

2007 yılının 10 Ekim gününde, Brukselde hava her zamanki gibi gri ve yağmurluydu. 2010 Guney Afrika dünya kupası ile ilgili haberler yavaştan baslamisti, beraber çalıştığım İngiliz arkadaşlar ile aramizda futbol her zaman ki gibi önemli bir muhabbet konusuydu. Aklımda kendimi Maradona, Baggio, Van Basten, Roger Mila diye cagirdigim maclar, Meksika 86dan beri izlediğim tüm dünya kupalari, Meftun ve Gencay'a "Ben 2014 Dünya Kupasına gidiyorum geliyor musunuz? " içerikli bir email yolladim. O zaman 2014'ün Brezilyada olacağı henüz belli olmamıştı.

Ayni dönemlerde Ayla, Meksikalı arkadaşı Mariana'nın dünya seyahati hikayelerini dinliyor, bloglarda dünyayı gezenleri takip edip hayal kuruyordu.

Ayla için hayallerin gerçek olmasi, benim içinse uzun vadeli planlarin uygulanmasi anlamına gelen yolculuğumuz, dün başladı.

Uzun bir yolculuktan sonra Lima'ya ulaştık. Lima bana geniş caddeleri ve meydanları ile Madrid'i, Korna sesleri ve trafiği ile Marakeş'i, Metrobüs'ü ile İstanbul'u hatırlattı.  İspanyollardan kalan muazzam caddeler ve anıtların kimi korunmuş kimi ise şehrin karmaşasının içinde kaybolmuş. Şehrin önce modern mahallesi olan Miraflores'i turladik. Her adımda bir banka ve güvenlik görevlisi, ana caddenin sonunda yol denize ulaştı. Tepeden Büyük Okyanus'u seyrettikten sonra, parkların içinden Centro'ya doğru yürümeye başladık, buralarda her taraf park her parkta onlarca görevli çiçekleri suluyor etrafı düzenliyor.  Bir taksi ile pazarlık edip Centro'ya geldik. Şehir hala düzenli ama daha kalabalık ve gürültülü, plaza Mayor'da başkanlık sarayındaki askerlerin nöbet değişimi vardı. Her gün öğle üzeri askeri bando burada müzik yapıyormuş. Turistik bir sehirde tüm turistleri bir araya toplamanın en kolay yolu komik kıyafetler giymiş bir kaç kişinin gürültülü bir müzik yapması olduğunu bir kez daha gordum , tüm turistler toplanıp bandoyu izledik.

Lima listemizde sadece bir şey vardı: Ceviche.
Perulularin Sushiye cevabi olan marine edilmiş deniz ürünleri olan Ceviche için turist rotasından çıkıp yürümeye başladık, yolda devasa taneli haşlanmış mısır aldık, şehrin daha eski ve bakımsız caddelerinden geçip işyerlerinin arasinda , hedefimize ulaştık. Lima ilginç bir şekilde dünyanın en iyi restoranları listesine 2 restoran sokmayı başarmış, şehirde kaliteli restoranların sayisi oldukça fazla.

Lima taksici, polis ve banka bolluğu, yolda elinde tomar tomar dolar  taşıyan resmi üniformalı mobil döviz büroları, geniş caddeleri, ve harika Büyük Okyanus manzarası ile ilginç bir şehir.

Şimdi hedefimiz Amazonlar.

28 Kasım 2013 Perşembe

Urdun'e gittim.

Konuk Yazar E.A.
Kasim 2013
1 GBP = 1.10 JOD

Arabistan'li Lawrence, dusmani denizden bekleyen Osmanli ordusunu hazirliksiz yakalamak icin etrafindaki Bedevi guclerini colden gecmeye ikna ettikten sonra "To Aqaba" diye bagirarak gaza getiriyordu. Urdun seyahatimiz yaklastikca ben de icimden surekli bunu tekrarlamaya basladim "To Aqaba !"

Havaalanina gitmek icin evden 8'de yola ciktik, Londra-Amman, Amman-Akabe yolculugu 12 saat surdu, Turk vatandaslarina vize olmadigi gibi giris ucreti de yokmus hatta, biz Urdunlulerin girdigi siraya bile girebiliyormusuz biz bunu 10 dakika para cekme 10 dakika da pasaport kontrol sirasi bekledikten sonra ogrendik ama olsun. Artik bir seyehat rutini olan taksici kavgamizi yaptiktan sonra otele yerlestik, ilk kebap siparisi denememiz husranla sonuclandi. 

----------------------------------
Sabah deniz kenarina yuruduk, Kizil Deniz'e ayagimizi soktuk, piknik yapan aileler, denize giren cocuklar, ata binen genclerin arasinda, huzur icinde kitap okuyup guneslenen turist ciftin konsantrasyon yetenegine hayran oldum. 

Ogle uzeri Dunya Kupasi biletlerine bakmak icin bir internet kafeye gittik, Ayla'nin pozitif enerjisi sayesinde 2 mac icin daha bilet almayi basardik boylece elimizdeki mac sayisi  bes oldu. Bekle bizi Brezilya. 

Taksici Musa tam soyledigi saatte geldi 25JOD'a bizi Wadi Rum'a goturdu.  Cadirimiza yerlestik, atesin basina gectik, caylarimizi dolduruk. Selim darbukasini cikardi basladi calmaya. 

Gece hava bayagi sogudu, saat iki gibi uyandim, cadirdan ciktim, parlak bir ay vardi ama ona ragmen yillardir gormedigim kadar yildiz gordum. 

----------------------------------------------------------------------------
Sabah Nayir'in jipinin arkasina atladik ve vadinin icine dogru yola ciktik, kayalara, kum tepelerine tirmandik, colde yuksekten bosluga bakmayi cok sevdim, sonsuz bir bosluk ve sessizlik.  Buradaki sessizligi tarif etmek gercekten guc. 


Geri donus yolunda fotograf makinamin cebimde olmadigini fark ettim, geldigimiz yollardan 10 dakika kadar geri donduk, bulduk, bir onceki seyahatimizde yanimiza aldigimiz fotograf makinasina ciddi zarar verince disarida kullanim icin uretilmis olan super dayanikli bu makinayi bu seyahatten once almistik, ilk testi basariyla gecti. 

Kampa donduk biraz dinlendikten sonra gun batimi icin develer ile yola ciktik. Gecen sene Fas'daki deve deneyiminden sonra bu deneyimimden de memnun kaldim, sabah colde deve ile seyahat eden iki turist gormustum (yukaridaki fotografta gorunmekteler), bir sonraki col seyahatinde bende tum gun deve ile yolculuk yapmaya karar verdim. 

Aksam kaldigimiz kampin sahibinin kardesi, ailesi ile kampa geldi. Bu kamplar bedevilerin eskiden yasadigi cadirlardan yapilmis turistik konaklama tesisleri, bedevilerin bir cogu artik koylerdeki evlerinde yasiyorlar, kamplardaki cadirlarda da turistler kaliyor, bizim kaldigimiz kamp oldukca otantikdi, ama cevrede elektrigi olan daha luks yerler de vardi. Atesin basina bizi de davet ettiler, tavuk ikram ettiler, adet uzere iki defa reddettim, ucuncude aldim cok lezzetliydi. 

Ailenin buyuk kizi Hala ile kum uzerinde SOS oynadim, bir nevi zaman yolcugu yapip, ay isigi altinda elimizdeki cubuklarlar kum uzerinde birbirimize matematik problemleri sorduk. Ailenin geceyi disarida gecirecegini ogrenince bize de bir cesaret geldi ve biz de disarida yattik.  
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah 6 gibi uyandim,o tarif edemedigim sessizlik yine oradaydi, duyabildigim tek ses kulagimin icindeki cinlama sesi idi. Okan ile biraz yuruyup gunesin ne taraftan dogacagini kestirmeye calistik. 

Otobus ile 7 JOD vererek Petra'ya geldik, ogle yemegi icin kafelerden birine oturduk, menude Maklube gorunce siparis ettim, pilav ustu tavuk doner geldi, elemani cagirip bu Maklube mi diye sordum. Hic uzatmadan hayir degil kusura bakma dedi. Urdun'de yedigimiz seyin iyi/kotu dogru/yanlis ayrimini yapmamiz zor olmadi ama baska yerlerde kimbilir ne kaziklar yemekteyiz. 

Petra icin iki gunluk bilete 55JOD verdik, Kanyon'a ulasip yurumeye basladik. Petra'yi ilk ne zaman ogrendim hatirlamiyorum, yururken kanyonun sonunun nereye acilacagini biliyordum ama nasil birsey ile karsilacagimi tahmin edemiyordum, El Hazine'ye yaklastikca kalabalik artti ve kanyon surreal bir alana acildi. Kayaya oyulmus bir tapinak, muthis bir ogleden sonrasi gunesi, develer, esekler, kopekler, kalabalik muthis bir atmosfer. 

El Hazine'nin onunde uzunca bir sure gecirdikten sonra Petra'nin icine dogru yuruduk, yukariya tirmanip sehre yukaridan baktik, 

El-Hazine'ye dondugumuzde etraf sakindi, yavas yavas kanyondan geri yuruyup yola ciktik, otele geri donduk. Londra'dan ucaga bindigimizde Urdun'e maca giden Uruguay'lilar vardi. Dunya kupasi elemelerinde Urdun, Uruguay'la karsilasti, Otelin lobisinde biraz Urdun'u destekledik ama durum umutsuzdu. 5-0 kaybettiler.
-----------------------------------------------------------------------------------
Petra'daki ikinci gunumuz icin oglene dogru kanyondan yurumeye basladik. El Hazine;nin onunde biraz vakit gecirip devecileri atlattiktan sonra Petra;nin icine dogru yurumeye basladik. Ogle yemegi icin bir kayanin uzerine oturdugumuzu goren, cocuklar ellerindeki kartpostallari satmak icin yanimiza geldiler, ilk once gelenden herhalde 10 yil once basilmis olan kartlardan aldim, bu cocuklar ve aileleri eski Petra'nin icinde yasiyor gibiler, cocuklar kart, anneleri ve ablalari incik boncuk satiyor, babalari ve abileri ise essek ve katir ile taksicilik yapiyor, boylece Petra olu bir antik sehirden yasayan bir sehre donusuyor.
Sehrin tamamini gezmek oldukca zor, bir kac yapiyi gordukten sonra Manastir yoluna donduk, elimizdeki brosure gore 800 basamak var, baska bir kanyonun icinden yavas yavas yukselmeye basladik.
Manastira ulastigimizda neden buraya yapildigini anlamak pek zor degil, aksam gunesi cok guzel burada.
Gunesin batisi icin biraz daha tirmanip bir ud sesine dogru gittik, tepede tek basina ud calan hediyelik esya satan amcanin dukkaninin kenarina oturup gunesin batisini izledik,

Gunes battiktan sonra hava hizli bir sekilde kararmaya basladi, duzluge indigimizde tamamen kararmisti, ay isigi altinda, essekci amcalari redderek tum yolu yuruduk, bizden baska hic turist kalmamisti (biletin arkasinda gunes batmadan ayrilin yaziyor). El Hazine'nin onunde biraz dinlendikten sonra, kanyondan geri yuruduk, aksam ki gosteri icin yolda mum yakiyorlardi cok atmosferik oldu.

Aksam yemegi icin turistik mekandan birkac meze soyledik yine hayal kirikligi oldu. Otelin oraya donunce sokakta mangal yapanlardan bir durum aldim iyi geldi. Okan'in otelciden ogrendigi tatlilari bulmak icin bir tatliciya gittik ama kunefe ile yetinmek zorunda kaldik.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah, Harun ile Kings Highway'i takip ederek Madaba'ya dogru yola ciktik. Yol uzerindeki bir kac duraktan sonra, elimdeki altimetre -400 metre gosterirken Oludeniz'e  (Lut Golu)ulastik.
Oludeniz'e batmiyorsunuz olay bu, her sene acaba nasil batmiyoruz diye ugrasan bir kac turist boguluyormus,
Bekledigimiz'in aksine Oludenizin Urdun tarafinda deniz'e girmelik cok alan yokmus Petra'daki otelin tavsiyesi ile Oh Beach adinda bir beach cluba gittik, ortam guzeldi, bir ara ablalar Arap muzigi ile dans edip ortami daha da senlendirdiler.

Madaba yolunda bir mozaik atolyesinde durduk, Turk oldugumuzu ogrenince iceriden Zeynep geldi. Zeynep Bulgaristan'dan gelip Urdun'e yerlesmis, bir Urdunlu ile evli. Bize mozaik yapimini Turkce anlatti, kendimizi ayricalikli hissettik, ama fiyatlar oldukca yuksekti.

Yol  uzerinde Nebo daginda durup Hz. Musa'nin  halkina gosterip iste size vaad edilen topraklar dedigi topraklara baktik.

Madaba'ya hava kararirken ulastik, otelde biraz dinlenip, aksam yemegi icin restoran aramaya ciktik, yolda iki gun once Petra'da gordugumuz Ispanyol grupla karsilastik, listemizdeki restoranlardan birine gitmisler memnun kalmislar bizde oraya gittik.

Arak, Meze, Nargile, Ud hersey kivamindaydi, Urdun seyahatinin en neseli aksamini gecirdik.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah dun tepeden baktigimiz Israil haritasinin mozaik versiyonuna yakindan bakmak icin Kiliseye gittik, Kilisede Arapca kilise muzigi caliyordu. Latince kilise muzigine ve  Arapca Kuran'a alismis kulagim Arapca kilise muzigini algilamakta ilk basta zorlandi, hep Kuran baglaminda duymaya alistigimiz sesleri bir kilisede duymak beynimi bir kac dakika kitledi.

Kilisinin bahcesine kilisenin zemindeki mozaigin bir resmini koyup uzerine sehirlerin ismini yazmislar. Ben de Ayla ve Okan'a haritayi anlatmaya basladim. Musa'nin nasil Misir'da cikip kizildenizi gecip Nebo dagina ulastigini, orada olmeden once "benden bu kadar, size vaad edilen topraklarda ise burasi" dedigini, Lut Peygamberin magrasinda neler oldugunu falan anlatirken, etrafdaki turistler de etrafimiza toplanmaya basladi.
Insanlara birseyler anlatmayi sevdigimi hatirladim be ileride bir zaman rehber olmaya karar verdim.

Yakinlardaki bir kiliseyi ve ardindan Turk Sarayini (Osmanli zamaninda valilik binasiymis) gordukten sonra Jerash'a yoluna ciktik. Yol iki saat kadar surdu. Orta boy bir Roma sehri olan Jerash'da yollar, meydanlar, ve tiyatro pek zarar gormeden duruyordu.
Tiyatroda, tulum calan ekip Brezilyali ve Japon turistlerle dolu tiyatroyu epeyce senlendirdi.

Urdun'de mezeler bizi pek memnun etmediginden, kitapdan, Jerash'da bir Lubnan restorani bulmustuk, Londra'da da mezenin en iyisini Lubnan restoranlari yapiyor, durum Urdun'de de durum ayniymis, masamizi donattik, son bir kac gunun acisini cikardik. Aksam uzeri Amman'a ulastik.

Dun aksamki nargile bagimlilik yaptik, bir tane daha fokurdattim.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah Amman'i dolasmaya basladik, bir kuyumcu Turk oldugumuzu ogrenince, "Ben de Istanbulluyum" dedi ve kartini uzatti. "Tariq Istanbuli". "Buyuklerimiz evde hep Turkce konusurlardi ama bize pek ogretmediler" dedi. Dilimizde bu kadar cok Arapca kelime varken ve Tariq'in dedesi Turkce konusurken biz Ingilizce anlasmaya calistik.

Carsi pazar dolastik, en cok Nar ve Sarimsak satiliyordu. Son donemde gittigimiz her yerden sarimsak alip geliyoruz, Urdun'de de firsati kacirmadik, Nar ve Sarimsak aldik.

Urdun Krali'nin bile gelip falafel yedigi Hashem'de falafel ve humus yedikden, ve humusu menumuzden bir sureligine cikarmaya karar verdikten sonra, tam kendimizi bir kafeye atmistik ki siddetli bir yagmur basladi.
2 dakika icinde yollari su basti, bir ara mahsur kalacagiz diye endiselendik ama yagmur cok surmedi.

Amman'in yeni tarafina gitmedik, hava'da yagmurlu olunca son gunumuz biraz baygin gecti. Otel'de zehir gibi Arap kahvelerimizi icip havalanina geldik. Bir sise arak ve bir sise su alinca Ayla'nin elinde sadece 1 dinar kaldi, uzun ugraslar sonucu 1 dinarlik bir cikolata bulabildik. Ucaga binecekken cebimde 2 dinar daha buldum.


3 Şubat 2013 Pazar

Filipinler'e Gittim

Konuk Yazar E.A

2012 yili gezme tozma acisindan cok verimli bir yil oldu, kapanisi da gorkemli yapmak icin,  Aralik ortasinda Istanbul'a dogru yola ciktik. Hedefimiz Filipinler ama Istanbul aktarmali ucuz bir ucus bulunca iki gunluk es dost ziyaretini de araya sikistirdik.


14 Aralik sali gunu aksam uzeri Edinburgh'tan Londra'ya giden trene bindim ve uzun bir yolculuga basladim. Istanbul'daki 2 gun hizli gecti. Yagmurlu bir pazartesi ogleden sonrasi bizi Kuala Lumpur'a goturecek olan ucahimiza bindik. Yol uzun surdu. Kuala Lumpur'dan Manila'ya oradan da Puerto Princesa'a geldik. Puerto Princesa hava alanina indigimizde Sali aksamiydi. Jet lagin da etkisiyle ertesi gun oglene kadar uyuduk. Ates boceklerini cok seviyorum, Puerto Princesa'daki aktivitelerden biri de ates bocegi turuydu, biz de katildik, nehirde aheste ilerlerken etrafimizdaki agaclar ates bocekleri ile isil isildi. Bir tanesi tekneye geldi, onlari en cok ben sevdigimden elime kondu tesekkur etti ve gitti. Soguk pilav ve baliktan olusan aksam yemegimiz de tur fiyatina dahildi.  Her zaman oldugu gibi yeni para birimine alisamadan katildigimiz bu turdan da kazik yedik, oysaki gecen sene Hirvatistan gezisinden sonra kendime 100 defa "para biriminin satinalma  gucunu anlamadan alisveris yapma" diye tembih etmistim.

Tekneden indigimiz yerde Noel panayiri kurulmustu. Standlarin birinin onunde bir kalabalik, tombalanin baslamasi icin beklesiyordu, kazanilacak birsey varsa kacirmamayim diye aldim bir kart ve ben de oturdum. Ilk baslarda fena gitmiyordum, ama kader yine gulmedi.

--------------------------------------------------------------------------------------

Sabah minibusle Sabang'a dogru yola ciktik. Sabang'a turistler daha cok Underground River (Yeralti Nehri) icin gunu birlik geliyorlar. Green Verde pansiyona yerlestik, dalgali denizde biraz cirpindiktan sonra, yurumeye basladik, Yolda iki kucuk kiz bize rehberlik etkem istedi ve bizi selelaye goturduler. 

Selale(!) oldukca kucuk ama burasi derenin denizle bulustugu yer oldugundan  etkileyici bir havasi vardi. Aksam dalgalrin sesiyle uyuduk, sabah horozlarin sesiyle uyandik. Filipinlerde horozlar bizi hic yalniz birakmadi, vakitli vakitsiz otup durdular. 
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Bugun hedefimiz Yeralti Nehrine gitmek. Dun pansiyonda ismimizi yazdirmis paramizi odedik, oglen uzeri teknelerin kalktigi yere vardik, duzenli bir duzensizlik icinde 2 saat kadar bekledikten sonra tekneyle 30 dakika kadar gidip nehrin girisine vardik. Can yeleklerimizi giydik ve nehrin icine dogru ilerlemeye basladik.  Magaranin icine girdikce gunes isigi kayboldu, hava sogudu etraf karardi. Rehberimiz duvardaki kaya olusumlarini, iste bu Isa, bu baykus, bu fil diye anlatiyordu. Bir kac kaya olusumu ozellikle koy adini verdikleri bir tanesi cok guzeldi. Cikista, teknemizi beklerken plajda vakit gecirdik, nehirin ikiye ayirdigi plajin diger tarafina gittim. 

Nehrin bulundugu alan bir milli park, burasi ayni zamanda maymularin ve devasa kertenkelelerin yasam alani.

Bir sure sonra teknemiz geldi ve bizi Sabang'a geri goturdu. Plajda dolastik, yildizlarin fotografini cekmeye calistim ama basarili olamadim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dun ayni otel de kaldigimiz 3 Isvecli kizla anlasip beraber El Nido'ya gitmek icin minibus kiralamaya karar vermistik. Aslinda tekneyle Port Barton uzerinden gitmek istiyorduk ama sonra tekrar hesap edip Port Barton'dan vazgectik.  Sabah minibus'e yerlesip yola ciktik. Yol bes saat surdu. Jeepneyleri sollayip El Nido''ya ulastik. 

El Nido'nun girisindeki Coron Coron isimli koyde kalmayi planlamis ve yoldan Green View'den Dave ile konusmustuk. Dave bizi karsiladi kendi pansiyonunda yer olmadigini ama esyalarimizi birakip diger yerlere bakabilecegimizi soyledi. Dave'in pansiyonun yaninda Yesil Ev dedikleri bir ev de vardi. Buranin Amerikali sahibi bir kac hafta once olmus, Adamin Filipinli karisi da ailesi ile buraya yerlesip evin odalarini kiralamaya baslamis. Burayi begendik ve kalmaya karar verdik. 

Dave'in pansiyonda calisanlar buraya Yesil ev deseler de evin ismi "Ning's Ten Dollar" (Ning'in 10 dolari). Evin bahcesinin duvarina bu isim islenmis, 
Bunun once bir Amerikan Kovboy filmi ismi olabilcegini dusundum ama daha sonra isimin arkasindaki romantik hikayeyi ogrendik. 

Evin sahibi Ning, bundan 6 sene once Filipinlerin baskenti Manila'da bir markette calisirken, Amerikali avukat Richard markette Ning'i gorup ona cikma teklif etmis. Ning cok cekingen bir insan, Richard'la bulusmaya gitmis, kendi bir aylik maasinin nasil olup'da birkac kokteyl icin harcandigini gormus. Richard Ning'le pek anlasamamis o aksam.  Yemekten cikinca Ning'e taksiye binsin diye 10 dolar vermis.  Ning'se bu 10 dolari hic harcamamis. Aradan zaman gecince Richard'la Ning'in yolu tekrar kesismis bur sefer isler yolunda gitmis ve evlenmisler. Bu evi yapip yerlesmisler ama Richard'in omru evin tadini cikarmaya pek yetmemis. Ning ve ailesi ile cok iyi anlastik. Onlar evde yokken gelen bir baska turiste evin diger odasini pazarladim. 

Aksam evin onundeki denizin uzerinden gunes batmaya basladi, o kadar guzeldi ki elim fotograf makinasina gitmedi. Sonraki her gun plajda aksam gunesin batisini izleyip bira ictik. Dave burada bulundugu 15 yil icinde   
neredeyse her gun plaja inip gunesin batisini izledigini soyledi.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah ada turu icin kucuk teknemiz ile yola ciktik. Teknede daha sonra 6 gun boyunca beraber seyahet edecegimiz Steven ve Debbie ile tanistik. Bizden baska kimsenin olmadigi adalari gezdik. Once issiz bir adaya gittik, hava bulutlu deniz soguktu biraz snorkel yapip tas topladik. 

Baska bir adaya yaklasirken tekneci mercanlar var burada deyince atladim. biraz bakindiktan sonra bir baktim ki tekne Steven ile beni acika birakip kiyiya gitmis. Kiyiya yaklastik ama mercanlar ve kayalar bir turlu bitmek bilmedi en sonunda dizimi bir tanesine carpip yaraladim ama guc bela kiyiya ulastim. 

Tekneci arkadaslar ates yapip baliklari pisirmeye basladi biz de ada da dolastik. Burada bir cok ada kocaman bir kaya ve onun onundeki plajdan olusuyor, kayanin arkasina ancak denizden ulasiliyor, bazi adalarda ise kayalar deniz tarafindan oyulmuz ve magaralar var. 

Yemekten sonra baska bir adada bu magaralardan birinin icine girdik. 


Aksama dogru gittigimiz bir adadan ise karsidaki adaya yurunuyordu, ama ruzgar iki adanin arasindan cok siddetli esiyordu.
Donus yolunda gunes arkamizdan batmaya basladi, kaldigimiz sahil uzaktan inanilmaz guzel gozukuyordu.  Hergun bu yolculu yapan tekneci arkadas bile tenenin onune yatip bu goruntuyu izlemeye basladi.

--------------------------------------------------------------------------------------------
Bugun El Nido merkeze gidip biraz buralarda vakit gecirmeye karar verdik. Sehir merkezi kalabalik ama temiz ve duzenli. Insanlar saygili ve bolgedeki diger ulkerin aksine turisti bir para makinasi olarak gormuyorlar o yuzden kimse sizi rahatsiz etmiyor, herkes gulumsuyor. 

Etrafi dolastik, dukkanlara baktik, Coron'a giden tekne icin bilet aldik. Bir Fransizin islettigi kafede goruntusu guzel tati zayif yemekler yedik. 

Yemekler beni mutsuz ettiginden kendimi yollara vurdum, Ayla sahilde deniz tasi toplamaya devam ederken sahilin uzak noktasina dogru yurudum, deniz kenarindaki mezarligi buldum. Cok fazla genc yasta olmus insanin mezari vardi.

Aksam gunesin batisi yine cok guzeldi. Bu sefer bir tane fotograf cekebildim. 

Aksam Dave'in pansiyonunda Noel yemeginden sonra Steven ve Debbie ile El Nido'ya gittik, bir kac kokteylden sonra, Steven ve Debbie'nin arkadas oldugu taksici John gelip tepedeki partiye gitmek isteyip istemedigimizi sordu, sorulur mu hic dedik, tepede Rum&Coke esliginde hayattan konusup geceyi bitirdik. Filipinlerde rum cok ucuz oldugundan 2 lira gibi bir paraya yarim bardak rum uzerine kola alabiliyorsunuz bunlardan 4-5 tane icince evin yolunu bulmak pek kolay degil. Allah'tan John bizimleydi cok icmedi ve bizi kaldigimiz yere goturdu. 


Debbie ve Steven, John ile ilginc bir bag kurdular. John'un taksisine bindiklerinde John uzatilan parayi fazla diye reddedip ustunu vermekte diretince, yillarca dunyanin bir cok kosesinde taksicilerce kazilanan Steven ve Debbie John ile konusmaya baslayip onun hikayesini dinleyince ona yardim etmek istemisler.  John baskasinin taksisinde calisiyormus (taksi dedigim bir motosiklete takilmis sepet.) kendi motosikleti varmis ama sepeti yokmus bunun icin para biriktiriyormus. Steven John'a 4 gun boyunca 50 Pound kadar bahsis verdi. Yaninda olsa daha da verecekti. Neden diye sordugumda, "Hep baskasinin kahramani olmak istemistim, elime bundan daha kolay bir firsat gecmez herhalde" diye cevap verdi.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah sari karpuz ve muz ile kahvalti yaptiktan sonra ada turu icin tekneye yerlestik. 

Ulastigimiz ilk adada kucuk bir lagun vardi, bir magara girisinden gecip icerideki sakli golete ulastik, su cok soguktu ama dun aksam ki agir rum&coke seansinin tek cozumu budur degip atladik. Bu adada elektrik, su yok ama adada yasayan bir aile var. Radyolari ve bunu calistirdiklari gunes enerjisi ile calisan bir aletleri var, mutlu mesut bu adada yasiyorlar. 
Aksama kadar o ada senin bu ada benim dolasip en sonunda buyuk laguna ulastik burada zorlu bir yuzme asamasini atlatip bir magaraya daha girdik. Aksama dogru pansiyona donunce gunesin batisini baska bir yerden izlemek icin dun gittigimiz tepeye  gittik.  

-------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah El Nido'dan Coron'a gitmek icin iskeleye dogru yola ciktik. 
A noktasindan B noktasina ulasmaya calisiyoruz, Coron'da iki gece kalip oradan Manila'ya geri donecegiz. Bir kac gun once tanistigimiz Amerikali denizci Nick Wukong Firtinasinin yaklastigini bize haber vermisti ama  El Nido'da hava gunesliydi. Iskele'de 2 saat bekledikten sonra teknenin iptal oldugunu onumuzdeki 2-3 icin de iptal olabilecegini soylediler. Ning'in evine geri donduk. Ne yapariz diye dusunmeye basladik. Oglene dogru siddetli bir yagmur bastirdi, yolda olmadigimiz icin sevindik. 

Steven ve Debbie Port Barton'a gidiyorlardi onlara katilmaya karar verdik. Coron'a gitmek icin vazgecdigimiz Port Barton bizi cagiriyordu.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah yolun yarisini minibusle geldikten sonra Port Barton'a giden tek vasita olan Jeepney ile devam ettik. Jeepney de once 5 sonra 15 kisi olduk,yol boyunca her turlu mal yuklendi, sebzeler, icecekler, seker, cimento, hatta motor. Sarsintili bir yolculuktan sonra Port Barton'a ulastik. 

Port Barton'a ulasmak cok mesakkatli oldugundan burasi cok sakin ve sessiz, biz de bu huzurun tadini cikarip sessizce gunu gecirdik. 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah kahvaltida yine ispanyol omleti yedim, icinde kabak, biber domates olan bu omleti cok sevdim tatil boyunca firsat buldukca yedim. Daha sonra  Palawan'daki son ada turumuz icin tekneye bindik. Once 1 saat kadar balik tutmayi denedik ama sansimiz yaver gitmedi. Bir Mercan Kayaligi uzerinde Nemo'nun ailesini takip ederek vakit gecirdikten sonra geldigimiz bir adada cok sayida kabuklu deniz canlisi hareket halindeydi.
2 yildir hicbir seyehatte yanimdan ayirmadigim Kindle'im bu gezide kirildi. Debbie ve Steven bana nazire yaparcasina plajda Kindle'larina gomulduler.
Yemek icin baska bir adaya gittik, yemekler gelince masanin uzerini ufak sinekler sardi, mekanin sahibi elinde bir palmiye yapragi ile gelerek yemegimiz bitene kadar sinekleri kovaladi, masada bir salkim da uzum olsaydi kendimi Roma Imparatoru gibi hissedecektim. 


-----------------------------------------------------------------------
Sabah erkenden kalktim, plaja indim, deniz cekilmis tekneler karaya oturmustu. 

Puerto Princesa'da bizi zorlu bir gorev bekliyordu. Coron'a ulasamadigimiz icin oradan Manila'ya aldigimiz bileti yaktik, Puerto Princesa'dan Manila'ya giden baska bir ucak bulma niyetindeyiz. Palawan'da Elektrik sinirli, internet cok yavas oldugundan yeni bir bilet alamadik. Hava alanina ulasip bilet satis ofisine girdik, sadece bir ucakta yer vardi o da normal fiyatinin 3 misli fiyatina. Bileti almaya niyetliyiz ama yanimizda para yok, bilet ofisinde de kredi karti gecmiyor, hava alaninda da bankamatik yok, ucagin kalkmasina 2 saat var. 
Yoldan bir taksi cevirip sur sehre dedik, vaktinde parayi cekip ucaga yetistik. 
Ucaktan adalar cok guzel gozukuyordu.
Manilada bir kac saat gecirip, gece otobusuyle Kuzey'e gitmek icin otobus terminaline geldik, ortalik ana baba gunuydu. Otobus cok konforluydu. Yol boyunca hayatimda ilk defa bir yolculukta uyuyabildim. Gece 3 gibi Baguio'ya vardik. Yolculugumuzun konforlu kismi sora erdi, kucuk bir otobusle sabah saat 5 gibi yola ciktik, otobus yol boyunca tirmandi, bambaska bir cografyaya ulastik. hava, agaclar, insanlar bir anda degisti.
Yolda mola yerinde icinde civciv olan haslanmis yumurta satiyiorlardi, onu denemeye cesaret edemedik, eksi mangoyu tuzlayip yemek ile yetindik. 

Pansiyona yerlesip kendimizi Sagada'nin ormanlarina vurduk. 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah tekrar ormana dogru yuruduk, hedefimizde meshur kayaya asilmis tabutlari gormek var. Tabutlari uzaktan gorup vadiye dogru devam ettik, dere yatagini takip ettik, bir kac kucuk bir de buyuk bir magarayi gectik. 
Kucuk bir selaleden gecip pirinc tarlalarina ulastik, icinden yurudugumuz nehrin bir kismi derin oldugundan tarlalara saptik, tarlalarin kenari camurdu bata cika yuruduk, tarlada calisan bir amca yol gosterdi nehrin o tarafindan yuruduk. 
Ormanin icinden zorlu bir tirmanistan sonra yola ulastik, yolda yol sordugumuz bir grup genc Filipino bir araba durdurdu onlarla birlikte genclerin koyune gittik, yolda muhabbet ettik, dinlerden yeni yildan konustuk. Buyuk selalelin girisine kadar yuruduk ama selelaye gidip gelmek 3 saat surdugunden vazgectik, yoldan gecen bir kamyon bizi aldi ve Sagada'ya getirdi.
Aksam heryerde yeni yil kutlamalari basladi,atesler yakildi, atesin basinda toplananlar gong calip dans etmeye   basladilar. Biz de bir gruba katildik, atesin etrafinda gong calip dans ettim. 
Gece yarisi havai fisekler atildi herkes mutlu mesut yilbasina girdik.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Uzun gecenin etkisiyle 1 Ocak sabahi Sagada sokaklari bos, dukkanlar kapaliydi. Biz de gecenin  etkisiyle gunu yavastan yasadik. Once tekrardan vadiye yuruduk ardindan magaralardan birine dogru yurumeye basladik, yolda gordugumuz aslinda o gun kapali olan bir kafede Rose arkadaslari ile otuyordu, onunla konusup pirinc tarlalarini izledik.


Otelde atesin basinda Sho ve Helen ile muhabbet ettik. Helen Isvecli, Sho ise Japon, bir ogullari ve bir kizlri ile Manila'da yasiyorlarmis. Sho cocuklarla Japonca, Helen ise Isvecce konusuyordu, cocuklar kendi aralarinda Ingilizce konusurken, Sho ve Helen ise Ispanyolca iletisim kuruyorlardi. Dag cayi icip geceyi kapattik.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah Jeeepney ile Bontoc'a geldik, buradan bir minibusle Banaue'ye dogru yol ciktik, yolda hava cok sogudu ve yagmur baslamaya basladi, yukseldikce daglarin her tarafindan sular fiskiriyordu, bir cok yerde su yolun bir tarafini yikmisti. Bir sure sonra sisten yolu ve vadiyi gorememeye basladik, ama sofurumuz yolu gayet iyi biliyor gibiydi. 
Dagin en yuksek kismini astiktan sonra sis dagildi yagmur durdu, Banaue'ye ulastik, minibus bizi Manila biletlerini almamiz icin otobus duraginda indirdi. Ben bilet gisesine gidince Ayla da arkamdan geldi, geri dondugumde minibusun gittigini ve omuz cantamizin koltukta kaldigini gorduk. Filipinlerin insanlarina karsi oyle bir guven duygusu olusturmusum ki normalde birsey kaybettigimi dusundugumde hissettigim kalp carpintisini hissetmedim. Bir dakika sonra minibusun soforu elinde cantayla kosarak geldi. 
Manila'ya giden otobuste sadece koridor bileti kalmis.  

Sehirde biraz turlayip tepeden pirinc tarlalarina bakmak icin yuruduk, yolda biraz daha yagmur yagdi. Yol tahmin ettigimizden daha uzunmus tirmanirken bayagi bir yorulduk, sonunda tepeye ulastik uzun uzun manzarayi seyrettik. 


Aksam pansyionda yarinki tur icin konustugumuz eleman tura katilan baska bir Turk oldugunu soyledi ve bizi Ali ile tanistirdi. Ali de Londra'da oturuyormus, 6 ay calisip 6 ay geziyormus. Ertesi gun bizimle berebaer hareket eden turda 2 de Turk kizla karsilasinca bir gun once buraya pek Turk gelmiyor diyen rehberin karsisina 5 Turk olarak ciktik. 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabah Batad'a gitmek icin jeeypney'le yola ciktik. 1 saatlik yolculuktan sonra yokus asagi yurumeye basladik. Epeyce bir yurudukten sonra Batad koyune ulastik, koyun bir kismi tepede diger kismi asagidaydi, aralarda ise pirinc taracalari vardi. Bu pirinc tarlalari 2000 yildan daha uzun zamandir kullanilmakta, normalde   dik bir yamac olan dagin yuzeyine yapilan taracalar sayesinde koyluler binlerce metrekare ekilebilir alan elde etmisler. Batad'a aracla ulasmak mumkun degil tek yol yurumek. 

Tarlalara dogru yurumeye devam ettik, taralalarin arasindan vadinin karsi tarafina gecip oaradan baska bir vadiye dogru inmeye devam ettik. Az gittik, uz gittik sonunda selalaye ulastik. Yillar boyunca gittigimiz yerlerde selale diye gordugumuz bir kayadan dokulen sulardan sonra gercek bir selale gormek bizi cok mutlu etti. Selaleyi gordukten sonraki yamaci kosarak indik ve kendimizi soguk sulara attik. (Kendimle yuzlesme: selalenin kiyisinda dizlerime kadar suya girip bekledim su cok soguktu, Ayla beni ikna etmek icin cok ugrasti, uzun bir kararsizlik anindan sonra kendimi suya biraktim, sonrada cikmak istemedim.)
Selale bugungu yuruyusun son duragiydi, geri donmeye basladigimizda saatlerdir, yokus asagiya geldimiz yolu yokus yukari cikamamiz gerektigini aciyla hatirladik. Geri donus gercekten zorlu oldu, bir cok hizli bir sekilde yuruyup sonra nefes nefese dinlenirken yanimizdaki 60 yasindaki Alman cift sabit bir hizla hic durmadan yuruyorlardi (bizden once tamamladilar)  Parkurun en sonundaki merdivenleri tamamladigimda buyuk bir mutluluk duydum ve insanlarin neden hacca gittigini anladim.

Aksam yemeginden sonra otobuse gittik, bir sonraki otobusu daha buyuk bir otobusle degistirmisler biz de koridordan en arka koltuga terfi ettik. Yolculuk 10 saat kadar surdu. Sabah Manila'da kendimiz bir pansiyona atip 2-3 saat uyuduk Manila'yi biraz dolasip, meshur Aristocrat'da tavuk yedikten sonra havaalanina gittik. 4 saatte Kuala Lumpur'a oradanda 12 saatte Istanbul'a geldik. Bakirkoy'de kahvalti, Istiklal Caddesi'nde kahve, Karakoy'de ogle yemegi, Galata Koprusu'nde bira Kapalicarsi'da alisveris yaptik.

 4 saat daha ucup Londra'ya vardik. Londra'ya geri dondugumuzde Cumartesi aksamiydi, Pazar gununu neredeyse hic hatirlamiyorum. Pazartesi sabahi erkeden kalkip Edinburgh trenine bindim.