13 Mayıs 2014 Salı

Amazon nehrinde yüzdüm

Lima'da taksi bolluğu olmasına rağmen güne taksi arayarak başladık. Durdurdugumuz taksiciler havaalanına gidemeyeceklerini lisanslı siyah taksiye binmemiz gerektiğini söylediler. Bir çok taksi korsan taksicilik yapıyor ve havaalanı girişindeki polis kontrolünden çekindikleri için havaalanına gitmiyor.
En sonunda bir siyah taksi durdu, bizi aldı ve havaalanına doğru yola çıktık, trafiğin sıkıştığı bir anda taksici arkadaş arabadan indi, arabayı taksi yapan bütün etiket ve işaretleri soktu ve bir anda özel bir araç haline geldi, normalde arabanın üzerinde boya şeklinde olması gereken bu işaretleri zeki arkadaş mıknatıslı yapmış, boylece hem yoldan bizim gibi turistleri lisanslı taksi gibi alıp havaalanı girişinde ise özel bir araç olarak sorunsuz geciyor. Takdir edilesi bir plan ve uygulama örneği.
İquitos uçağı önce Pucalpa şehrinde durdu, kapılar açılınca içeriye ıslak tropik orman havası doldu. Orman üzerinde hava parçalı bulutluydu, uçak bu bulutların içine her girdiginde, buraya neden yağmur ormanları dendiğini ve burada neden bu kadar yağmur yagdigini anladık, Amazon ve And dağları üzerindeki uzerinde tüm ucuslarimiz hoplamali ziplamali geçti, ama görevserver Peruvian havayollarının hostesleri Inca kolalarimizi eksik etmediler.
İquitos sıcak nemli ve gürültülüydu, ama ayni zamanda bir deniz kasabası havası vardı. Birşeyler yedikten ve şehri biraz turladiktan sonra, Amazonlarda nereye gidecegimize karar verebilmek için, bir kaç yerle konuştuk, lüks kamp alanlari, ucuz turlar vs arasinda, otorongo isimli bir yerde kalmaya karar verdik.  Aksam nehrin kıyısı tam bir deniz kasabası havası aldi.
Sabah rehberimiz Julio bizi otelden aldı, önce şehrin büyük marketi Belen'e gittik. Bu markette Amazon'dan çıkan her çeşit balik, kaplumbağa, bortü bocek, tezgahlarda kimi yerde parçalanmış kimi yerde bütün kimi yerde ise canlı halde satılıyordu. Biz biraz guava almakla yetindik, ardından limandan teknemize binip, yola ciktik,  yolda ilk butterfly farm denilen bir yerde durduk, burası yillar önce bir kelebek bahçesi olarak açılmasına rağmen yıllar içinde bir hayvan barinagina dönüşmüş, içeride kırmızı süratli maymunlar, bir leopar, bir çok kus ve maymungillerden çeşitli hayvanlar ve bircok kelebek vardı. İceriyi dolaşırken maymunlardan biri kafama düştü.
Nehirde iki buçuk saat yol aldıktan sonra kalacagimiz yere ulaştık. Hava çok sıcak olmamasına rağmen nem yüzünden oldukça terleyip yorulmuştuk. Aksama doğru tekne ile nehrin içeri giren kollarından birine girdik ve ilk yarim saat içinde buralarin meşhur canlısı tembel hayvan ile karşılaştık. Kaldığımız yer basit, elektriği güneş panellerinden sağlayan suyu olmayan genelde bağımsız turistlerin tercih ettiği bir yer. İlk aksam bir Kanadali , bir Amerikalı çift ve dört kişilik bir Avustralyalı gurup vardı. Ortamın doğasına uygun bir şekilde dokuzda yattık, gece şiddetli bir yağmur başladı sabaha kadar durmadı.
Ertesi sabah yine ortamın doğasına uygun bir şekilde saat altida kalktik. Nehrin kiyisini takip edip, kus gözlemledik, Julio ve tekneyi kullanan Tayo, aniden duruyor, sıradaki ağacın üzerinde falanca kus var diyip gösteriyor sonrada iste efendim bu kus sadece bu ağaca konar, dişileri mavi, erkekleri yesil olur, on yıl yasar yüz metreden uçar gibisinden bilgiler verdiler biz de o ne güzel yeşil kus, mavi kus diye baktik. Papağanların, leyleklerin, şahinlerin, akbabalarının arasında en çok ilgimi Patoo dedikleri bir kus çekti. Kurumuş bir ağacın uzerinde , kus var diye uzunca bir sure baktıktan sonra, kanatlari , gagası ve duruşu ile ağacın bir devamı haline gelmiş kuşu anca gorebildim.
Öğleden sonra hava serinleyince tekrar nehre açıldık, başarısız bir pirana avlama denemesinden sonra Pembe Amazon yunuslarini görmeye gittik, pembe yunuslar sagimizdan solumuzdan kafalarını çıkarıp geçerken, daha küçük olan gri yunuslar ise zıplayarak gidiyorlardı. Güneş batmaya başlamış, nehir durgun, sıcaklık uygundu biz de Amazon'un kahverengi sularına atladik.
Aksam yemekte tatil anılarını paylaştık, Amazona gelmiş ve dünya kupasına giden iki Turk, insanların ilgisini çekti.
Sabah yine erkenden uyandık, tekne ile nehir kıyısında biraz gittikten sonra nehrin taşarak su ile doldurduğu ormana girdik, orman içinde ilerledik, yer yer önümüzdeki dalları kesmemiz gerekti. Burası normalde yaya olarak ulaşmanın zor olduğu, yerleşimden uzakta ormanın siklasmaya başladığı bölge, suyun yuksek olduğu bir zamanda gelmiş olmamiz sayesinde içerilere su yoluyla ulaşabildik. Buradaki orman yapisi üçe ayrılıyor, yerlesim alanlari etrafındaki bolgeler, turistlerin kolaylıkla ulaşabildikleri bölgeler, şehrin etrafındaki orman yapısı oldukça tahrip olmuş ve yabani hayat hayli azalmış, bizim kaldığımız yer gibi küçük nehir köylerin etrafındaki orman ise korunmuş durumda, köylüler ormanı kesip tarla yapıyor olsalar bile, bir kaç sene içinde tarlalarını başka yere taşıyarak ormanın büyümesine izin veriyorlarmis. İkinci orman denilen alan yerlesimin olmadigi, bakir alanlar, köylüler buralara avlanmaya geliyor olsalar da burada insan izi birakmiyorlar, bu alana 1-2 günlük yürüyüşler ile ya da bizim yaptığımız gibi nehir tastiginda su yoluyla ulaşmak mümkün burada yaban hayati daha yogun. Birinci orman denilen alan ise turistlerin erisebilecekleri uzakliktan daha otede, haftalar suren yolculuklarla ulasiliyor. Balta girmemiş orman denilen bu bölgede sadece belgesellerde gorulebilen, hayvan ve bitki nüfusu mevcut. Günümüz Tavampa denilen su basmış orman alanında maymun kovalamak, ağaçları saran sarmasiklardan su içmek ve pirana avlamak ile geçti. Aksama doğru tekneyi bırakıp yürümeye başladık, hava kararmaya başlayınca ormanın sesi değişti, kuşlar sustu, kurbağalar ve böcekler başladı, hava tamamen kararınca orman korkunç bir hal aldı ama korka  korka olsa da , ormandan çıkmayı basardik.
Sabah ormanı yaya olarak bir de gündüz gözüyle görmek için yola çıktım, Ayla mizikcilik yapıp gelmedi.ilk on dakika içinde uzerimdeki onca sinek kovucu ilaca rağmen onlarca sivrisinek tarafından isirildim. Yolda Julio ve Tayo bir yilan ve zehirli  olduğunu söyledikleri kırmızı bir kurbağa buldular. Ormanın içine yürüdükçe nem arttı, nefes almak güçleşti, farklı yogunlukta, renkte, ve yükseklikteki bir çok ağacın ve otun arasından geçtik, yabani guava ağacının meyvelerini yedim, çeşitli başka meyve ve kamışlardan su içtim. Bir kauçuk ağacından, kauçuk alıp bir önceki gün incittigim kaburgalarima sürdüm, pek ise yaramadı. Dev karincalarin, ateş karincalarinin yuvalarına baktım, şırıl siklam ter içinde geri döndüm.
Öğleden sonra niluferleri görmeye gittik. Ormanın ortasındaki küçük göl, kutsal kitapların cennet tasvirine uygun guzellikteydi, dev niluferlerin bir çoğu ölmeye başlamış ve genç nilüferler ise yeterince buyumemis olmasına rağmen göl oldukca etkileyiciydi. Bu nilüferler en olgun dönemlerinde 10 kilodan fazla bir ağırlığı tasiyabiliyorlarmis. Biz de üzerine sandaletlerimizi, kameramizi ve muzlarimizi koyup test ettik.
Hava kararınca timsahgillerden bir hayvan olan caiman aramaya başladık, bir saate yakin sabırlı bir arayistan sonra yavru bir tane yakaladik, biraz sevip saldik.
Amazonlar daki son günümüzün sabahında, bukalemun ve timsah arası bir canlı olan chamaleon görmeye gittik, farklı renk ve büyüklükte bir çoğu ağaçların üzerindeydi, dışı olanlar hareketsiz, saklanmaya çalışırken, erkekler sinirli sinirli kafalarını sallayıp gidin buradan diyorlardi, 200 yaşinda olduğu söylenen devasa ağacı gördük, zaten 10 metreden kalın olan gövdesini daha da haşmetli göstermek için dört bir yanından yere uzanan kökler salan agac, bir anıt gibiydi, yerliler bu ağaca cennete çıkan merdiven diyorlar ve çeşitli cenaze rituellerinde bu ağacın etrafına geliyorlarmis. Geri dönerken bu gibi aktivitelerin en sevmedigim bölümlerinden olan, lokal hayati görmek için yol üzerinde bir köyde durduk. Rehberler belki iyi niyetle turistleri boyle yerlere götürmek istiyorlar ama, turistlere incik boncuk satmak isteyen yerliler, ile turistler arasındaki iletişim bu kaç para?'dan daha ileri gitmiyor, bu su ana kadar dünyanın her köşesinde aynıydı, bu seferde ayni oldu.
Öğle yemeğinden sonra geri dönüş yoluna ciktik. Yolda seker kamisindan rom üretilen bir yer var isterseniz duralım dediler, duralım dedik. Küçük bir fabrika beklerken herşeyin el emeği ile calistigi bir barakada durduk, etrafı hızlıca gezdik, bir kaç rom tadıp yolda içmek için bir sise aldık.
Amazon'da herşey suyun etrafında şekillenmiş, nehrin bereketli sulari, köylülere yemek veriyor, karayolu ile ulaşımın olmadığı köyler ulaşımı nehirden yapıyor, koydeki evlerin ne zaman kullanilacagini bile nehir belirliyor. Amazonlar bizim için güzel ve çok farklı bir deneyim oldu. İquitos'a 100kmlik yol hızlı motorla iki buçuk saat sürdü,  suları yara yara hızla ilerlerleyip, aheste giden nehir taksileri arkamızda bıraktık, ayni yol köylüler icin bu hurda teknelerle 8-10 saat sürüyormuş. Bizim için eğlenceli bir macera olan bu yolculuk, nehrin kenarında yasayan köylüler için hayatin bir parçası. Adına ister turist ister gezgin diyelim, modern zamanın gezenleri olarak binlerce km uzaktan gelip, yabanci kültürlerin içinde üç beş gün geçirip, yuzumuzde sakil bir gulumseme ile ayrılıyoruz. Bu gezi sırasında okuduğum "Tüfek Mikrop ve Çelik" kitabının etkisi ile olsa gerek "Neden İstanbul'da doğmuş ben Amazonlara geliyorum da Amazonlarda doğmuş Tayo İstanbul'a gelemiyor?" diye sorup duruyorum.
Amazonlarda 5 gün yanimizdan ayrılmadan bize yol gösteren Julio laf arasında 5 gün önce ikinci kızının doğduğunu söylemişti, yolda Ayla " o zaman biz gelip bebeğini ve aileni görelim " deyince önce şaşırdı sonra sevindi, bizi otele bırakıp yarim saat sonra yanina büyük kızı 3 yaşındaki  İca'yi da alıp geldi. Julio'nun şehrin dış mahallesindeki evine gittik ailesi ile tanistik, şehrin her yerinde olduğu gibi orada da sokakta Anneler günü partisi vardı.
İquitos'da bir gece daha kalip, erkenden Cusco'ya gitmek için yola çıktık.